JAK  İHMALYAN             
1922 - 1978                  


  

Ana Sayfa

Biyografi

Ben Kimim?

Foto Galeri

Video Galeri

Boyalı Resim

Grafi Sanatı

Yakma Sanatı

Şiirlerden Seçki

Hakkında

Düşünceler

Bağlantı






H A K K I N D A

Abidin Dino, bu satırları dostu ressam Jak İhmalyan için 1993'te kaleme almıştı. Ancak o zaman bir serginin kataloğuna yetişmeyen bu önsöz, yirmi yıl sonra Mayda Saris'in "Jak İhmalyan, Sürgünde bir Ressam" isimli kitabında yer aldı.

Abidin Dino

HOŞ GELDİN MEMLEKETİNE JAK
veya
ANADAN   DOĞMA  İSTANBULLU

Yok Beyrut, yok Moskova, yok Pekin... Hepsi nafile, aklı fikri İstanbul'daydı. Türkiye öylesine işlemişti ki yüreğine, yapılacak bir şey yoktu, nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın, resimleri İstanbul'un silinmez damgasını taşıyacaktı sonuna dek.

Şaşırtıcı şey, çeşitli memleketlerin ışığını, rengini, insanını, görüntülerini, olaylarını yaşadığı halde, ressam bunları sanki es geçiyor, belleğinde birikmiş Türkiye imgeleri ile yetiniyordu. Ona kalsa hayat İstanbul'daydı, başka hiçbir yerde değil! Deli bir tutku, bir sevgi...

Sakın bu söylediklerim yüzünden Jak'ın sabah akşam Sarayburnu, Kızkulesi, Üsküdar konulu resimler yaptığını sanmayın, hele Haliç'te güneşin batışı filan değildi onu ilgilendiren.

Onun sevdiği kent, Sait Faik'in - hangi şeyden söz ederse etsin - her satırında varolan gösterişsiz, halis ve sade bir İstanbul'dur. Başka bir boyut, başka bir hız ya da durgunluk.

Bir zamanlar Jak'la, az mı dolaştık Haliç kıyılarında! Oralarda rastladığı insanları ustalıkla çiziyordu peşpeşe. Defterler dolusu insan topluyordu Jak.

Şimdi düşünüyorum da, belki içine doğmuştu ayrılık da bir ömür boyu yetecek kadar imge biriktiriyordu, ne olur ne olmaz. Belleğinin debboylarında imge balyaları yığılıyordu böylece, tepeleme...

Evet, Jak'la bir zamanlar karaya çekilmiş çürük tekneler arasında, yıkık dökük atölyeler yamacında az mı sürttük... Bir de deniz kokusu, bir de o renkler...

İstanbul'un renklerini de kapmıştı Jak, morlu, açık ya da koyu mavili, lacivertli, derken pembeli, domates kırmızılı, sarılı, simsiyahlı... ANADOLU'NUN BAĞRINDAN kopup İstanbul'a yeni göç edenler de renk ve anlam katıyorlardı Jak'ın resimlerine; ressam gecekondu halkını severek çiziyor, çizerek seviyordu, çoluk çocuk, kadın erkek İstanbul'a yeni yerleşmiş ve gün geçtikçe kalabalıklaşan Anadolu'yu...

İncecik gencecik Jak bana uğradığında (kimi gün upuzun Rasih Güran'la - az mı güzeldi onun da çizgileri - beraber gelir), resimde devrim sorunlarını tartışırdık saatlerce!

Resim, şiir, sanat... Hepsi güzel, hepsi iyi de, siyasal baskılar gün geçtikçe artıyordu o sıralar.

Şair Nedim'in "Yine bugün acaba kaç cihan harab olmuş?" sözünü anımsatırcasına bir "harabat" başlamıştı; boza pişiriliyordu ensemizde, tutuklamalar, işkenceler...

Kabak, sanatçıların başına patlayacaktı elbet, tarihsel alışkanlık.

Sanki her nefes alma sürecinin peşinden tekrar boğuntu dönemi başlıyordu, nedense.

Nâzım, hapisten kurtulmuş, çocuğu doğmuş, şiirler yazmış, İpekçi'lere senaryolar, filmler düşünmüştü; ama ne çare: Patrona Halil'in torunları eyleme geçmiş, kovalamaca başlamış, kalan kalmış, giden gitmişti. Jak uzaklaşanlardan biri. Koca Nâzım bile gitmekten başka çare bulamamıştı; Boğaziçi sularını hızla yaran ufacık bir teknenin içinde, üzüntüden kahrolup Karadeniz'e açılmış, arkada kalan İstanbul'un küçüldüğünü yok olduğunu bilerek...

0 deli rüzgâr esince, karınca kaderince bizler de çekip gittik, her birimiz başka tarafa. En güzel düşlerle en çirkin gerçekleri karşılaştırma fırsatı.

Diyeceğim şu, evet, Nâzım'ın çocuklarından biri sayılır ressam Jak İhmalyan. Siyaset bir yana, Nâzım bakmayı, bakmayı değil, görmeyi öğretmiştir her şeyden önce; özü ikincil ayrıntılardan sıyırma yöntemi; yalınlık. Resimde olduğu kadar şiir ya da heykelde geçerli bir kural.

Jak'la (yıllar sonra gurbet elde) buluştuğumuzda şaşa kaldım, resimlerinde konu ne olursa olsun, insan, bitki, meyve, sokak, hepsi, sanki taptaze, İstanbul'da çizilmiş boyanmıştı! Belki başka ülkelerden tek tük izler bulmak mümkündü ama, resim dili Türkçeydi Jak'ın. 15 yıl süren bir ayrılıktan sonra konuşulacak ne çok şey birikmişti; İstanbul'a döner dönmez yapacağımız resimleri sayıkladık

Haliç'te, Balat'ta, Kasımpaşa'da, Galata'da çize çize sürtmek, ne keyifli olacaktı! (Fikret Mualla da hep onu söyler dururdu).

Nâzım'ın da zaman zaman tekrarladığı özlemlerden biri; Güzin'e gönderdiği "Prag'ta Vakitler" isimli şiir kitabının kenarına şöyle yazmıştı Nâzım: "Güzin'ciğime bir gün İstanbul'da, saatleri de yazıp verebilirim umuduyla. 15.2.961."

"Birgün İstanbul'da olmak" Jak'ın düşüydü, "hele bir sergi açmak orda..."

Dudağı titremişti Jak'ın bu sözü söylerken, böylesi bir serginin düşüncesi bile dayanılmaz bir mutluluktu besbelli.

Hey gidi Jak, sevgili kardeşim, nihayet İstanbul'da sergin açıldı ama sen yoksun ortalıkta.

Ne yapalım, öyle oldu, hani o biraz komik eski sözle: ba's-ü ba'd-el-mevt (ölümden sonra dirilme) cinsinden bir geri dönüş seninki.

Olsun, biliyorum, sergiden haberin olsa, hemen dirilir, koşar gelirsin sevinçten çıldırıp!

Resimlerin artık İstanbul'da. Hoş geldin sefa geldin memleketine, düşlerimizin başkenti İstanbul'a.



Copyright © 2007 & Web-design: Vache Ihmalian

Сайт создан в системе uCoz