Kegam Sevan
Ermeni yazarı
Ressamdı, şairdi, bir sözle sanatkãrdı, fakat herşeyden evvel insandı, hem de büyük çapta. Büyük, ileri görüşlü bir sanatkãrın, kötü insan olmasının imkãnı yoktur gibi geliyor bana. Fakat iddia edemem, illa ki büyük harflerle yazılan insan olana, büyük sanatkãr olmak hakkı da verilmiş midir? Kardeş kadar sevdiğim, dost ve arkadaş bildiğim Jak İhmalyan, benim için ilkin şairdi, hem de bir satır şiir yazıp yazmadığını bilmediğim halde. Onu, Türkiyede, ikinci dünya harbi senelerinde, dünyanın en güzel şehirlerinden birinde, suları kavun kokan adalarında tanıdım ve o günden bu güne ne zaman burnuma bir çam kokusu, kulağıma bir deniz hışıltısı geldiyse, hatıralarımda sanki onun da denizden bir parçaymış, bir çam ağacıymış gibi canlandığını hissettim gözlerimin önünde.
Ağır, cenkli geçti hayatı, erkekcesine, kahramancasına inandığı ülküler ve sanatı uğruna. Öylesine ağır, öylesine yıpratıcı ki, rastladığımız hayatımızda o pek de çok olmıyan günlerde hayata karşı olan inadına iyimserliğine, neşesine, sanki inadına gülüşüne hayran, şaşkın bırakırdı insanı. Hayatın bizim nesile bahşettiği oyunlarından biriydi belki, ona dünyanın çok şehirlerinde rastladım. Her gördüğümde de resimleri ve fırçasıyla. Fakat, onun hakiki bir ressam olduğuna ve dev adımlarla, rahatça maksadına erişmek üzere bulunduğuna Moskovada inandım. Moskova ona destek ve ilham kaynağı oldu. Yoğdu onu ressam olarak. Ve iddiam yanlış olmıyabilirdi, yani büyük çapta, başharflerle yazılan insanın büyük sanatkãr da olacağına dair iddiam, eğer… hayat ona karşı tutumunda kötü oyuna getirmeseydi oğlanı. Zamanı değildi oyunun. Gene de değerli, çok değerli ressam olarak kaldı. Denizin tatlı, serinleştirici, tuzlu tadlı dalgası gibi, insanın içini gıcıklıyan, ruhunda güzele ve iyiye hasret doğuran, dallı budaklı çam ağacı misali. Ressamdı ressam olmasına. Saftı da çocukcasına. Fikir mücadelesinde, yani benim diyen insanın dayanamıyacağı işkenceler çekip de insan olarak sertleştikten, yaşını başını alıp da elliyi aştıktan bile sonra. Onun için de ruhunun şairlik damarıyla izah ederdik saflığını, çocukluğunu. Başka türlüsü imkãnsızdı.
Şairsin derdik, susardı. Meğer ciddi olarak şairmiş de. Ölümünden sonra karısı bir deste bir kitap olacak kadar hiç beklenmedik şiirler yolladı bana. Okudum da şaşa kaldım. Erivanda 38 derece sıcak temmuz ayında, birden tuzlu deniz kokusu geldi burnuma. Eskiden denizi görünce hatırlardım hemen kendisini, şimdi şiirlerini okuyunca İstanbulun Büyük adasında hem de bir zamanların, kendi evlerinin bahçesinde bir çam ağacı canlandı gözümde. Yani iyiye, güzele, doğruya olan insan hasreti aldı içimi.
Jak şairmiş hem de esaslı, saklamış. Ölümünü beklemiş. Başımıza yeni, çocukca bir oyun oynayıp kahkahalarla gülmek için. Şiirlerinden birinde de şöyle yazmış:
ÇOCUKKEN
"Perde açılmadan önce
Salonda
Oturamazdım yerimde
Kırkıma girdim
Yine öyle
Ben mi çocuk kaldım
Çocukluğum mu bastı kırkına"
Bir de tarih var "1960 yılları".
Gülüyor kahkahalarla, benim gözlerim doldu.
Bir iddiam daha var. Ne kadar içimizde çocuğun var olduğunu hissediyorsak hayatımızda, o kadar insanız bence. Yanlış mı acaba? Ama siz gene de Jak İhmalyanın resimlerini seyrederken bu şiiri hatırınızdan çıkarmayın.